Bilgisayarımı açıp tarayıcıya "Şiir nedir?" diye bir şey yazdım. Karşıma onlarca cevaplar çıktı. Apayrı tanımlamalar ile yüz yüze geldim. Şaşırdım! Hayretkârane bakışlarımla ekranı süzüyordum. İlk önüme çıkan yazı bütününe baktığımda şöyle yazıyordu: Duygulardan, düşüncelerden, düşlerden, özlemlerden vb. süzülmüş yaşantı birikimleri olarak; ozanların, sözcüklerin sözlük anlamlarına kimi zaman değişik anlamlar da yükleyerek; dil içinde özel bir dil yaratarak oluşturdukları, imgelerden, simgelerden, söz sanatlarından, ritimden, uyumdan vb. yararlanarak ortaya koydukları, okurda estetik duygular uyandıran yazın ürünü. Epey de afili bir cümleymiş. Kim demiş bilmiyorum ama oldukça kolaya kaçtığını düşünüyorum. Şairlerin kemikleri sızlamış olabilir! Her şeyi bir kalıba sığdırma ihtiyacı olduğu için bu tanımı da öyle görebiliriz. Şiirin kendisi de kalıplardan oluşuyordu uzun bir süre. Şiirde kalıplar kırıldıktan sonra bu biraz farklı bir hal aldı. Şiir kalıpları kırıldığına göre biz de şiire özel tanımlamalar yaparsak boynumuzun vurulmayacağını ümit ederim. Nitekim bu daha önce de yapılmıştır.
– Evlâdım, şiir nedir:
– Göklerde uçan nazenin bir balondur, efendim.
– Donanma fişeğidir, efendim.
- Ayak altında ezilen kalemdir, efendim.
– Boğaziçi kıyılarından sandalla geçerken, yalı penceresinden gelen keman sesidir, efendim.
Kimi tanımlar ise çocukların terbiyesine zeval gelir düşüncesiyle (Talim ve Terbiye Heyeti), onların edebiyat kitaplarına alınmasını engeller. Onlar ancak cinsel eğitim dersinde okunabilir:
Şiir, dilin belini getirmektir. (İlhan Berk, Şiirin Gizli Tarihi III, Yusufçuk, no. 20)
İlhan Berk şiir tanımını böyle atmış mesela. Herkes bir şeyler atabilir. Bizlerde atabiliriz. Atmamız da gerekir. Önemli olan vurabilmektir zannımca. İlhan amca vurmuş galiba!
İnsan (…) acz ile bir feryat koparır, yahut pek karanlık bir şey söyler, yahut da hiçbir şey söyleyemez de, kalemini ayağının altına alıp ezer. Bunlar şiirdir. (Abdülhak Hamit. Birkaç Perişan Söz, Makber)
Hamit aldı ezdi kalemi. Suyunu çıkarana kadar ezdi. Sonra çıkardı ortaya şiirini. Onun için şiir böyleydi. Daha nice insanlar şiir hakkında özel tanımlar ortaya koydu. Süleyman Efendi’ye de yazık oldu, Göllerdeki kamışlara da. Sonuçta hepsi şiir oldu. Ben de tanımlasam şiiri; ‘’sabah kulağımda işittiğim serçe sesinin tınısı yahut fırtınada kalmış balıkçının kayıktaki dengesinin bozulduğu an’’ şiirdir desem, herhalde kimse itiraz etmez. Ama söylemek istemiyorum bunu. İçimdeki şiiri tanımlamak, kendimi ifşa etmek değil midir? Belirli bir kalıba sığdırmam onu küçültmeyecek midir? Aciz, uyuşuk ve derbeder bir şiirim olacak. Kalakalacak kalıpların izin verdiği sınırlarda. Şiir nedir ben bilmem. Bilmek de istemem. Ama ne olmadığını sizlere söylerim.
Tanımı olan şiir, şiir değildir.
Comentarios