top of page

YANGIN


 


Birçok sela içini titretirdi de bu başkaydı; annesinin selasıydı. Musalla taşının karşısında öylece duruyordu. Bir hurçtu da sanki ciğeri, yıllardır tepiştirmediği şey kalmamıştı. Geriye de çıkarmamıştı bir şey, sadece eklemişti. Bir insanın taşıyabileceğinden çok daha fazlasını. Ama bugüne kadar da hiç hissetmemişti bu kadar dolduğunu. Ağlayamıyordu da, aklına bazı zamanlar geliyor, gözleri doluyor, bir yaş tam akacak gibi olurken başparmağının ilk eklem yeriyle siliyordu onu. Sabahına annesini kaybetmiş, ikindiye de namazını kılacaktı. En yakın dostunu, kader ortağını gömecekti toprağın altına. Onu orada yapayalnız bırakacaktı, sonra annesinin yapayalnız olmaya dünyada alışık olduğundan orada herhangi bir yabancılık çekmeyeceğini düşünerek biraz da olsa müsterih olmaya çalıştı. Ama ona uzaktan bakanlar, ayakta duran bir cesetten başka bir şey göremiyorlardı yine de. En az yirmi yıllık olan, evin tüm havasızlığı içine sinen kahverengi ceketi geçirmişti üzerine. Bir dost eli gibi düşünmüştü onu.


Namaz kılındı, kabristana gidildi, dualar edildi. Hiç kimseye müsaade etmedi, tüm toprağı kendi attı annesinin üzerine. Sonra mahalleden bir abisi elini omzuna atıp onu kabristandan uzaklaştırdı. Yanından geçen insanlar bir daha “Başın sağ olsun” diyerek hayatlarına devam etmeye gidiyorlardı.


Sahilde bir çay bahçesine gittiler, önüne demli bir çay koydular. Necdet abisi “İç oğlum, iyi gelir” dedi. Çaydan bir fırt çekti, sonra Necdet abisinin yüzüne baktı, bir çocuk gibi. İkisinin de gözleri doldu. Sonra dili çözüldü ve bir şeyler anlatmaya koyuldu. Hurcun fermuarı açılmıştı artık.


“Biliyor musun abi, bir gün ben babamla iki günlüğüne Şile’ye gitmiştim. Güzel de geçmişti, orada babamın köylüleri vardı. On yaşında falanım. Eve döndük, öğrendik ki anam kardeşimi bir gün önce parka götürmüş. Komşularıyla konuşmaya daldığı bir sırada bizimki macuncunun peşine takılmış, sonra bir araba çarpmış ona. Mahallede bir patırtı. Anam bakmış ki bizimki ortalarda yok, elindeki işi fırlatıp can havliyle koşmuş sesin geldiği yere. Hemen hastaneye yetiştirmişler. Ciddi bir şeyi yokmuş şükür ama ayağını alçıya almışlar. Eve geldik ki kardeşim kanepede öyle yatıyor. Babam bunu görünce neye uğradığını şaşırdı, anam da anlatıyor korkarak böyle böyle oldu diye. Sen misin çocuğa göz kulak olmayan diye anamı bir hamlede yere yatırıp Allah verdi demeden bir dövüşü var. Hala şuramdadır. Küçücüğüm ve hiçbir şey yapamıyorum onu kurtarmak için. Onun elleri demir gibidir abi, dümdüz eder yanağını. Anamın o yumuşacık yanaklarına kaç defa vurdu bilmiyorum. Sonra çekti gitti, anam da bir çocuk gibi ufacık oldu yerde. Dokunmak istedim ona, izin vermedi. Büyüdüğümde bunun olmasına izin vermeyecektim, ant içmiştim. Anamın yanakları o günden sonra bir daha hiç öyle yumuşak olmadı abi…” Bir fırt daha çekti çayından. “Bir gün de Murat’la yine haylazlık peşindeyiz – Allah rahmet eylesin- evin altını üstüne getirmişiz. Anam da ‘Dur yavrum, yapma yavrum’ demekten bitap düşmüş. Babam da işten yeni gelmiş, üstünü çıkarıp gazetesini okuma köşesine geçmiş. Orada yemeğin hazırlanmasını bekliyor. Anam yaptığı etli fasulyeyi masaya getirirken Murat ona arkadan bir çarpıyor, anam yere düşüyor, kaynar yemeğin bir kısmı babamın üzerine dökülüyor. Atletini çıkarıp banyoya koşuyor babam, soğuk suyun altına giriyor. Anamı tutup kaldırıyorum yerden. Murat korkup bir köşeye saklanıyor. Ben de yerdeki fasulyeleri tencerenin kapağına dolduruyorum bir kaşıkla. Babam öyle bir hışımla döndü ki beni eline geçirdiği gibi işte… Küçüğüm yine, kuş gibiyim ona göre, bir oraya bir buraya… Onun bağırtısından Murat korkudan altına etmiş, ben etmedim ama abiyim ya. Sonra Murat gelip benden özür diledi. Sarıldık, ağladık, uyuyakalmışız orada. Anam da bizi öpe okşaya uyandırdı, yerimize yatırdı. Şimdi yoklar işte, ikisi de.” Derin bir iç çekti. Hurcu yeniden kapattı. Sessizce bir müddet daha oturdular, sonra “Yürüyeyim ben abi biraz” deyip kalktı oturduğu iskemleden. Denizin kokusunu içine çeke çeke, maviliğine, yer yer yeşilliğine baka baka içinin yangınlarını söndürmeye çalıştı.


Yatsı vakti olmuştu, önüne gelen ilk camiye yöneldi. Abdestini aldı. Hatırladığı kadar, çaktırmadan etrafına bakarak kıldı namazını. Sonra imamın yanına gitti. “Anam öldü benim, ben şimdi onun için ne yapsam olur?” diye sordu. İyi evlat olunca annesine yazarmış o, hayır hasenat yapacak parası olmadığı için bundan başka çaresi kalmamıştı. İyi insandı zaten de daha iyi olmaya gayret etti, olduğu kadar. Namaza daha çok gelir oldu. Sahilde düzenli olarak yürümeye başladı, denize bazı emanetler bırakıp hafifliyordu sanki. İşini değiştirdi, yavaş yavaş para da kazanmaya başladı. Yemekler düzenledi birkaç kez evsizler ve yoksullar için, Murat’ın ve annesinin hatırına. Kabristana bayramdan bayrama gidiyordu. Toprağı sulasın diye görevliye yıllık bir para veriyordu. Her gittiğinde daha şen, daha çiçekli görüyordu annesinin toprağını. Kimsesiz gibi değildi. Tüm bunlar içinin yangınlarını yok etmese de epeyce dindirmişti.


 

bottom of page